EKOLOJİ ÇÖKÜKÜYOR, İNSAN ÇÜRÜYOR
Bir zamanlar çocukların
ağaçlara tırmandığı, kuş seslerinin sabah alarmı olduğu, toprağın kokusunun
mutluluk verdiği bir dünyada yaşıyorduk. Fakat şimdi, gökyüzü griye dönmüş,
ormanlar yanmış, şehirler ise betonun griliğine gömülmüş durumda. İnsanlık,
kendi elleriyle doğayı yaralarken farkında olmadan kendi geleceğini de
karartıyor.
Bugün bozulan ekolojik
sistem, sıklaşan orman yangınları ve hızla artan betonlaşma, sadece çevresel
sorunlar değil; aynı zamanda insanlığın ruhunu ve bedenini de tehdit eden dev
bir krize dönüşmüş durumda. Bu artık sadece doğanın değil, doğayla birlikte var
olan tüm canlıların; insanın, hayvanın, bitkinin ve görünmeyen mikroskobik
yaşamın da sorunu.
Ekolojik sistemin çökmesi
sadece doğayı değil; gıdayı, suyu, sağlığı, hatta psikolojik iyi oluşumuzu da
etkiliyor. Çünkü doğa hasta olduğunda, insan da hasta olur. Bedenimizin yüzde
yetmişi sudan oluşurken, kaynaklarımızı kurutmak kendi varlığımıza karşı
işlenmiş bir suç değil midir?
Son yıllarda dünyanın dört
bir yanında çıkan orman yangınları, ekolojik yıkımın en dramatik sembollerinden
biri haline geldi. Türkiye’de Manavgat, Marmaris, Bodrum; dünyanın başka
yerlerinde Amazonlar, Avustralya, Kaliforniya... Binlerce hektar orman yok
oluyor. Milyonlarca canlı yanarak can veriyor. Ve biz insanlar, bu yok oluşu
uzaktan izliyor, ardından kalan küllerin üzerine yeni oteller, yollar ve
AVM’ler inşa ediyoruz.
Oysa bir orman sadece ağaç
değildir. O bir ekosistemdir; su döngüsünü sağlar, oksijen üretir, canlılara
yuva olur, toprağı tutar. Bir orman yandığında sadece yeşil değil, geleceğimiz
de kül olur. Ve unutmamalıyız ki; doğa intikam almaz ama hataları da asla
affetmez.
Bir şehir ne kadar büyürse
büyüsün, insanın doğaya olan ihtiyacı azalmaz. Fakat kentleşme adına doğaya
yapılan her saldırı, insanın kendi köklerinden kopmasına neden oluyor. Bugün
kentler nefes alamıyor. Beton yığınlarının arasında kaybolmuş parklar, kesilmiş
ağaçların yerine dikilen billboardlar, cam kulelerin gölgesinde unutulmuş
çocuklar...
Betonlaşma sadece doğayı
değil, insanı da çoraklaştırıyor. Doğadan uzaklaşan insan daha depresif, daha
huzursuz, daha yabancı hissediyor. Ruhsal bozuklukların, anksiyetenin, stresin
ve yalnızlığın bu kadar yaygınlaşması tesadüf değil. Çünkü insan doğayla bağını
kopardıkça, kendisiyle de bağını kaybediyor.
Bu karanlık tabloya rağmen
hâlâ bir umut var. Çünkü doğa inanılmaz bir iyileşme gücüne sahiptir. Yeter ki
ona fırsat tanıyalım. Küçük bireysel farkındalıklar, büyük kolektif
dönüşümlerin başlangıcı olabilir. Daha az tüketmek, geri dönüştürmek, yerel
üreticiden alışveriş yapmak, fidan dikmek, toprağa saygı duymak...
Ve belki de en önemlisi:
beton yığınlarına değil, toprağa kök salmak. Çünkü insan doğaya karşı değil,
doğayla birlikte var olabilir. Başka bir dünya yok. Bu dünya bizim evimiz. Eğer
bu evi yakarsak, altında kalacak olan biziz.
Şehirlerde her gün bir ağaç
eksiliyor, bir canlı ölüyor, bir çocuk oyun oynamadan büyüyor. Bizler ise hep
bir “sonraki nesil” için kaygı duyuyoruz ama farkında değiliz: O “gelecek
nesil” biziz. Bugün, şu an, şimdi... Doğaya sahip çıkmazsak, yarınımız
olmayacak. Bir gün değil, bugün! Çünkü tükenen doğa, aslında tükenen insanın ta
kendisidir.
0 Yorumlar