Ustacılık: Bir veda hikayesi
Çocukluk, bir gün biteceğini hiç düşünmeden oynanan oyunların ülkesi… Küçücük ellerimizle kurduğumuz kocaman dünyalar, bir örtünün altında yeni bir ev, iki yastığın arasında açılan gizli bir kapı, hayallerle büyüyen koskoca bir evrendi.
Benim
çocukluğumun en kıymetli köşelerinden birinde, kardeşim Uğur’la oynadığımız bir
oyun saklı: Ustacılık.
Koltukların üzerine çarşaf serer, yastıkları yan yana dizerdik. Çadır gibi
olurdu. O çadırın içinde sözde bir tamirhane açardık. Sokaktan geçen arabaları
hayalimizde durdurur, onları “tamir ederdik.” Birimiz usta olur, diğerimiz
çırak. Bazen rolleri değiştirir, kahkahalarla saatler geçirirdik. Bizim için
her şey gerçekti: o araba gerçekten bozulurdu, biz gerçekten onu onarırdık.
Öyle inanırdık ki kurduğumuz o oyuna, o kadar kaptırmıştık ki kendimizi... Yıllarca süren bir serüvendi, hayalimizde o ustaların bir sureti ve benliği vardı. O iki usta o kadar severdi ki birbirini, oyanamadığımız zamanlarda özlerdik onları. Hala kulağıma gelir kardeşimin sesi: "Abla, ustacılık oynayalım mı?" Galiba hiç hayır diyemeceğim ve beni en mutlu eden çağrıydı bu! Uğur'la yarattığımız bu karakterlerin, kurduğumuz senaryonun bir parçasıydık artık. Büyümeyi en çok bunun için sevmedim sanırım. Yarattığımız dünyanın ykılacak olma ihtimalini hiç düşünmemiştik.
Sonra
bir gün, çocuk kalbimizin anlamlandıramadığı bir hisle, “Hadi son kez oynayalım” dedik. Neden öyle söyledik bilmiyorum. Belki büyümenin ayak seslerini
duyuyorduk. Belki de içten içe biliyorduk: bazı oyunlar sonsuza kadar sürmezdi. Biz her şeyin bir sonu olduğunu bilerek değil de, bilinçsizce sonuna geldiğimizi fark ettiğimiz o son oyunu yine beraber yazmıştık kardeşimle.
O
gün yine arabaları tamir ettik, çırakla usta yan yana çalıştı. Bir finale ihtiyacımız olduğunu biliyormuşuz gibi ve yine bilinçsiz bir bilinçle oyunun
sonunda “ustalar ayrıldı.” Ve biz, küçücük iki çocuk, gözyaşlarımızı tutamadık.
Çadırın içinde ağladık, ağladık... Sanki koca bir hayat bitmiş gibi yasını tuttuk kurduğumuz ve büyüttüğümüz hayalin. Çocuk aklımızla ilk
kez “vedanın” ağırlığını hissettik.
Yıllar
geçti. O çadır dağıldı, yastıklar eskiyip kayboldu, çocukluğun o saf zamanı
geride kaldı. Ama ben hala o günü hatırladığımda boğazıma bir düğüm oturuyor.
Çünkü “ustacılık” sadece bir oyun değildi. O, kardeşimle paylaştığım
masumiyetin, birlikte büyümenin ve bir gün mecburen ayrılacağımız gerçeğinin
ilk provasıydı.
Şimdi
anlıyorum ki, çocuklukta oynanan oyunlar aslında hayatın minyatür haliymiş.
Kurarsın, yaşatırsın, inanırsın. Ve bir gün elin istemeden bırakır. Oyun biter.
Ama oyunla birlikte büyüyen kalp, bir daha asla aynı kalmaz.
Ustacılık
bizim için bitti belki. Ama hafızamda hala yaşıyor. Çocukluğumun o küçük
tamirhanesinde hala ustalar çalışıyor, hala kahkahalar yankılanıyor. O günkü
gözyaşlarım bugün bana hatırlatıyor: Bazen en derin vedalar, çocukluk
oyunlarının içinden fısıldar.
Ve
belki de büyümek dediğimiz şey tam olarak budur: Oyunları bırakmak değil,
onları kalbin en derin yerinde saklamak. Çünkü bazı oyunlar hiç bitmez; sadece
anıya dönüşür.
Galiba yine ağladım :'(

3 Yorumlar
Muhteşem,eminim ki çoğu insanın çocukluğuna dokundu bu yazı. Kalemin daim olsun.
YanıtlaSilÇocukluğuma sürükledn beni, çok etkilendm, yüreğine sağlık
YanıtlaSilTebrik ederim harika bir yazı olmuş.
YanıtlaSil